İdil Tulun: AKLIM KARIŞTI

Radyo mu?.. Televizyon mu?..
Kafalarımız, Twitter mi Facebook mu sorusuyla meşgulken, şimdi “Böyle de soru mu olur?” diyeceksiniz.
Olur. Bal gibi de olur. Neden mi? Anlatayım:
Geçen gün, Türkiye’nin Sesi’nde yayınlanacak bir dizi yazı için ekranın karşısına geçtim. Bilgisayarın açılmasını beklerken, kahvemi karıştırıyor, bir yandan da nasıl başlayacağımı düşünüyordum. Biliyorsunuz, yazıya başlarken önemli olan, o altın cümleyi bulmak. Bulduğunuz an, ortam da istediğiniz gibiyse gerisi kendiliğinden gelir. 

Ortam dedimse abartmayalım lütfen.
Tüm yaptığım, iş radyoyu açıp kulaklığı takmak.
Yine öyle yaptım.
Daha doğrusu yaptığımı sanmışım.
Yazının ilk cümlesiyle boğuştuğumu zannederken, kendimi televizyona bakar bulmam mı? 

Hayret ki ne hayret!
Kulaklık derken kumandayı kapmış, televizyonu açmışım.
Televizyona bakıyordum. Hem de hipnoz olmuş gibi.
Bir de saate bakmam mı bakıp da zamanın su gibi kaçtığını görmem mi!
Can sıkıntısı bir anda, Malthus’ün geometrik artışı gibi katlandı yüreğimde… 
Televizyon neme…
Söz vermiştim, bu yazı yetişecekti mutlaka… 

Büyük bir irade gücüyle döndüm yazıma ve bir de fark ettim ki hâlâ televizyondaydı gözüm.
Dizi de pek güzeldi hani, acaba bitene kadar izlesem de sonra yazsam. 
Yazarım canım. Ne olacak? Şunun şurasında yarım saat daha geçse!.. 

Hainlik bu ya, televizyondaki dizi gözünü benden ayırma diyen cinsten.
İstemeye istemeye izlemeye başlayıp, aman bitmesin diye devam ederken, karşıma bir de kaçırdığım bir dizinin tekrarı çıkmaz mı?
Çıktı tabii… 

Televizyonu kapatıp yazıma döndüğümde; saatler saatleri vurmuş, vurulanlara yazık olmuştu.
Yazıyı bitirdiğimde saatin kaç olduğunu ne siz sorun ne de ben söyleyeyim. 
Sabahın habercisi kuşlar şakımaya başlamışlardı bile.
Ya ben, gariban ben!
Erkenden kalkıp yeni günü tüketme savaşına katılmalıydım.
Bir büyüğümüzün dediği gibi “Netekim!” katıldım da… 

Ağrıyan başım, acıksam da yemekte zorlandığım sabah aşım derken kulaklarımı çekmem gerektiği konusunda ellerimle mutabık kaldım.
Hak etmiştim bunu…
Düşündüm ki; bir 80’ler çocuğu olarak televizyonla büyümüştüm. Televizyon bağımlısıydım, inkâr etmiyorum. Sokakta oynayan, elbiseleri yırtılan, top peşinde ayakkabıları parçalanan, yüzü toz toprak, dizleri yara bere içinde, annesinin camdan seslenmesinden saatler sonra gelen son neslin kırıntılarıydık.
Aynı zamanda ekrana yapışık büyüyecek olan ilk televizyon çocukları…
Belki de bu geçişin köprüsü olan nesildik. 

Ben televizyon izlemeyi seven ama bir iş yaparken radyo dinleyenler takımındanım.
Yazı yazarken de öyle…
Kendimi yazıma daha keyifli veriyor, hatta müziğin coşkusuna göre duygularımı yazıya aktarıyor, anlatacağımı daha iyi bile ifade edebiliyorum.
Evet, düşünürseniz televizyon seyrederken böyle bir imkânınız yok.
Olayı illa bir yazma eyleminin parçası olarak ele almamıza gerek yok.
Televizyon seyrederken sadece “seyrediyorsunuz”.
Televizyon seyretme eylemiyle eş zamanlı olarak ilgilendiğiniz diğer işlere yüzde yüz verim katamıyorsunuz. Televizyon karşısında ütü yaptığınızı düşünün. Ev hanımlarını örgü örerken izleyin. Ne dediğimi daha iyi anlatmış olurum.Televizyon izleyip mesaj yazarken de öyle…

Hâl buysa, o zaman televizyon karşısında şuursuzca geçirilen zaman insanın üretimine sekte vurmaz mı? Verimini düşürmez mi? O dizi bitsin, bu dizi bitsin, şu da bitsin.
O evlendi mi?
Bugün “O kiminle evlenecek?” derken üretmeden geçen zaman insan hayatı için israf değil mi?




İdil Tulun