İdil Tulun: BANKADA HESAP MI? AMAN ALLAH!


Hesap açtırmam gerekiyordu. Günlerden salıydı... 

17.30'da kapandığını bildiğim bankaya 17.10'da gittim.
Gittim de banka bildiğin kapı duvar...
Hatta aynalı kapı duvar.
Meğer o banka da 17.00'de kapanıyormuş.
Hesabı açtıramadım.

Çarşamba: 16.40'da gittim, sistem donmuş. Açtıramadım. 
Perşembe: Taksiye atladım, 16.40'da girdim bankaya, ama ekranda formu doldururken belli bir yere gelince ekran sorun veriyormuş. Yine açtıramadım. Sinirlendim. 
Cuma; Bu sefer 4. Levent şubesine gittim, saat tam 15:55'ti. 
Bankada müşteri olarak toplam 3 kişiydik, önümde sadece 2 kişi vardı. "Eyvah" dedim. "5 dk"da işim bitecek ve işe gitmek için 17.15'te gelecek olan servisi tam 1 saat bekleyeceğim.

Sigaram yoktu. 
Param da kalmamıştı ki bir yerde çay içeyim. 
Kartıma uygun, para çekecek ATM'de yoktu.
Olsa da içeride para kalmamış olabilirdi.

"Neyse" dedim kendi kendime, "Çıkınca bakarız duruma". 
Bekledim. Bekledim! Bekledim!..
Bekledim, ama ne hikmetse sıra bana gelmiyordu.

Saat 16.30 olmuştu.

Müşteri koltuğuna oturan kadın kalkmıyor, arkasında duran diğer müşteri de gitmiyordu. Kalktım, yetkilinin bulunduğu, bireysel "bıdıbıdı" işlemlerinin yapıldığı, büyük cam bölmelerle ayrılmış odamsı yere doğru geldim. Kafamı cam bölmeden masaya doğru uzatıp sordum; "Pardon kaç dakika daha bekleyeceğim? Şu an yanan numara ile aramda sadece 2 sayı var? Yani iki kişi... 35 dk'dır bekliyorum. 17.15'te servisim var. Yetişmem lazım.

Bu arada benim işim bireysel "bıdıbıdı" olduğu için ben bekliyor; bankanın diğer tarafındaki bankoların orada, tahsilat işlemleri için gelenler, evet benden sonra gelenler, Qmatikten farklı numara aldıkları için vızır vızır işlemlerini halledip gidiyorlardı.

"Onların işi uzun; kredi çekecekler, en az 45 dakika sürer iki kişi" dedi kısa boylu tıknaz ve aksi suratlı yetkili... Sonra da ekledi: "İsterseniz pazartesi gelin veya ilerde Sapphire'in orada başka şubemiz var." Gözüm seyirdi bir an. Oraya gitmem 20 dk. sürerdi. Bi' 30 saniye kadar düşündüm. Düşünürken gözlerim sağa sola dönüyordu sinirden.

Beklemeye karar verdim.

Beklerken sigara içebilirdim. Dediğim gibi sigaram da yoktu. Ve yine dediğim gibi nakit param da yoktu. Kartla alışveriş yapılabilecek markette görünmüyordu etrafta. Zaman geçiyordu ve ben hâlâ bekliyordum. Beklerken bacak bacak üstüne atmıştım. Sürekli şekil değiştiriyordum; bi' bacağımı öbür bacağımın üstüne atıyor, sonra bi' önceki şekle dönüyordum. 17.15 'teki servisime 25 dk kalmıştı. Sonra 20 dk kaldı. Sonra 15 dk.

Sanki 2014'de değil de 80'lerin sonu 90'ların başında yaşıyor gibiydim.

"Sanki TRT 2 yayın hayatına yeni başlamış, evde sular kesik gibi" falan... 
Servisi kaçıracaktım ve az önce iki kez dediğim gibi param yoktu. 
Para çekebileceğim bir ATM'de.

Otobüse binersem, otobüs, işin önünden geçmiyor bir kilometre gerisinde bırakıyordu. Orası kamyonların, çimento arabalarının geçtiği, fabrikaların olduğu bir yoldu. Kemerburgaz yolu... Yürümek imkânsızdı. 

En azından daha önce yürüyen insan görmemiştim o yolda.

Servis kaçarsa taksiye binmem gerekirdi. 
O saatte trafik kilitlendiğinden hiçbir taksi almazdı.
Bir süre önce tam 2 saat boyunca taksi beklemiştim. 
Geçen hiçbir taksi almamıştı.
Bu Ayazağa trafiğinde taksilerin almaması da başka bir hikâye konusu...

Üstelik param da yoktu.
Ağlamak istiyordum. 
Küfür etmek... 
Bekledim. 
Tam gidecektim ki sıra, -birdenbire- bana gelmediği hâlde beni aldılar.

Paldır küldür imzaları attım, apar topar bir hesap açtırdım.
2 kişi için 2 saat 10 dk beklemiştim. 
Hesap, servisi kaçırmama 5 dk kala açılabilmişti.

Servis noktasına geldim. Arkadaşıma rastladım. 
Dedim ki: "Sarıl bana çok mutsuzum."

Dedi: "N'oldu?
Dedim: "Böyleyken böyle.
"Dur bak!" dedi, "Maaşlar yattı, seninkini de çektim."

Birden karanlığın içinden beyaz bir ışık hüzmesi göründü.
Etrafı saran sis bulutu dağıldı.
Dünyam aydınlandı. 
O sırada servis de gecikti. 
Bakkala gittim. Sigara aldım. 
Bi' sigara yaktım. İçtim. 
Servis geldi. 
İşe gittik!



İdil Tulun

İdil Tulun: *KRİZ YAZILARI 3: KRİZ GELMİŞ CİHANE GERİSİDİR BAHANE


ÇAY KRİZİ
Çay içmeden duramayız ailece…
Sabah demlenen ilk çayı; evde bulunduğumuz süre boyunca öğlen çayı, akşamüstü çayı ve akşam yemeğinden sonra demlenen çaylar izler. Özellikle akşam yemeğinden sonraki çay ilk bir saat içinde biter. Yenisi demlenir hemen…
Bazı gecelerse bir yenisi daha… 

Çay taze olmalıdır, beklemiş çay asla içilmez. Dolayısıyla çay, hiçbir zaman bizden eksik olmaz. Yatmadan önce herkes son bardak çayını içer, öyle uyur. Babamın çay içerken uyuyakalması, evdeki çay takımlarının eksilmeye başlamasının da tarihidir. 

Demlik poşetler, sallama poşetler, kokulu çaylar, Arap çayları, Karadeniz-Rize çayları, bitkisel çaylar ve annemin birkaç çeşit çayı özel harmanlayarak oluşturduğu gurme çayları gibi her çeşit çayı bulmak mümkündür bizde… 

O gece yatmadan önce her zamanki gibi kitap okurken son bir bardak çay içmek istedim. Hızla mutfağa daldım. Aynı anda aynı istekle gelen babamla tam ocağın önünde kesişti yolumuz. Kesişmesine kesişti ama çay bitmiş, ocak kapatılmıştı.
Yeni çay yapma konusunda hemfikir olunca babamın hangi çaydan yapacağımı merakla bekleyen bakışları altında açtım dolabı. Birinci kutu, ikinci kutu derken aynı anda donakaldık ikimiz de…

Babam, anneme seslendi:
“Eyvah! Çay bitmiş! Biz gerçekten battık, bu günleri de görecekmişiz.”

Bense ertesi akşamı, çay içmeden geçmeyecek zamanı düşlemeye başlamıştım bile…

BÜYÜK KRİZ! BAKIMLI OLMAK GEREK
Makyaj malzemelerim azalmaya başlamıştı.
Föne bir süredir gidemiyordum.
Son zamanlarda belirli kıyafetleri forma yapmış onlarla dolaşıyordum. Alırken renk uyumunu düşünmediğim için dolap tıka basa kıyafet dolu. Dolu da kombine ettiğinizde mutlaka ya kazak ya pantolon ya da ceket renginde bir sorun çıkıyordu karşıma. Anlayacağınız, alınması gereken bir sürü eksiğim vardı ve bunu bir süre daha ertelemem gerekecekti.

Bir de bakımlı olmak lazım derler. İş hayatında bakımlı olmak, sosyal çevreye bakımlı görünmek lazım. Gel de ol bakalım bakımlı!..
Her gün git kuaföre, eksik olmasın fön saçlarından…
Her gün birbirine uygun başka kıyafet giy, bol bol alışveriş yap ki bakımlı ol. Ben nelerden bahsediyorum, alışveriş mi? 

Ev buz gibi, ben alışverişi düşünüyorum. Ödenmemiş faturalar dururken, buzdolabı boşalmaya başlamışken, ben renk uyumu ve kıyafet kombinasyonundan bahsediyorum.
Ne vicdansızlık!

ÖDENMEYEN FATURALAR
Ertesi akşam salonda televizyon izliyorum.
Annem yatmış, diğerleri kendi bilgisayarlarının başında…
Kısaca sükûnet hâkim evde… 

Birden gidiverdi elektrikler.
Elektriklerin gitmesiyle televizyon aniden kapanınca oturduğum koltuktan korkuyla sıçradım. Ayni şekilde kardeşim ve babam da sıçramış olacaklar ki evde bir hareket, bir telaşlanma oldu. Babam daire kapısından dışarı fırladı otomatı kontrol için. Ben de sokak lambaları yanıyor mu diye kafamı uzattım camdan. Dışarısı zifiri karanlıktı. Ani telaşımızın yerini bir rahatlama aldı. Kesinti bize özgü değil, tüm sokağı kapsayan genel bir arızaymış. 

Gece gündüz demeden kestiklerini duymuştuk ama henüz borçtan dolayı kesilme vakti gelmemiş cezamızın.

SABUNDA DA MI?
Şampuan azalmış, sabun bitmiş, sabun!..
Babam; ufalmış birkaç sabunu bir araya getirip birleştirmiş, kullanılacak büyüklükte sabun hâline getirmiş. Şu anda da elinde lehim makinesi hem konuşuyor hem de plastik sabunluğun altına lehim makinesiyle delik açıyor.
- “Sabunluğun altında delik olur. Olmazsa içinde biriken su erimeye hız katar. Deliyorum ki erimesin. Elinizi yıkarken de çok açmayın suyu… Boşa gidiyor, ziyan oluyor. Gereksiz yere açık duran lambaları da kapatalım lütfen!” 

Kâbusta gibiyim.

Neyse sabun ve şampuan krizi o kadar önemli değil. Çünkü yakında sular kesilince her ikisi de süs eşyası sınıfına girecek.
Elektrikler kesildiğinde müzik çaları bilgisayardan şarj edemeyeceğim. Bu da müziğe paydos demenin yeni teknolojikçesi… İnternet kesilince de yazamam. Yazdıklarımı yayına veremem. En kötüsü telefonu şarj edemem, televizyon izleyemem, hepsini geçtim kitap bile okuyamam.
Semtte üç gün boyunca tekrar tekrar kesinti olunca genel mi özel mi derken, sinir minir kalmıyor insanda…

GERÇEK KRİZ HANGİSİ
Bu kriz serisinin üçüncü yazısı. Ondan da belli ki hanedeki sıkıntı sakız gibi uzayıp gitti bir süre… Ta ki aksayan maaşlar seke seke gelmeye, bir türlü ödenmeyen alacaklar ufak ufak ödenmeye başlayıncaya dek… 

Temel ihtiyaç gibi görünen olmazsa olmazlar, krizin en yoğun günlerinde “Lüküs Hayat Opereti”nin teması oluverdi birden. Örnek mi? Bir telefon tuşuyla bir arkadaşa ulaşmanın büyük bir nimet olduğunu o güne dek fark edememiştim. Modayı takip etmek, kuaföre gitmek… Onlar olmadan da yaşanıyor mutlaka… 

Yalnız öyle şeyler var ki insanın içine oturuyor.
Hampacı, talancı, mirasyedi kesimleriyle bunların ailelerinedir sözüm. Birçok şeyi hâlâ anlayamadıklarını görerek, onların ruhları ve ülkemin geleceği adına üzüntülüyüm.
Bu kesimin tek gerçeği; gözün gördüğü, kulakların işitebildiği her yerde paradan başka bir şey değil. Para kazanmak için iyi bir iş, iyi bir iş için de ünlü bir okulda eğitim görmenin yeterli olduğu konusunda hemfikir bu kesim. İyi bir patron ya da iyi bir çalışan olabilmek için, gerçek eğitim; iyi bir hayat içinse vicdanlı ve kültürlü olmanın gerektiği hakkında fikirleri bile yok. 

Çocuklarının geleceğinden kaygılanan orta direk de onlarla yarışmaya, hiç olmazsa takibe çalışıyor. Bunun tek suçlusuysa okullarımızdaki eğitim değilse nedir? 

Çocuklarımızın yarışı sekiz dokuz yaşlarında başlıyor.
Okul dışında alınan özel dersler, dershaneler, etütler…
Hepsi çok iyi bir okula gidebilmek, üniversite bitince de iyi bir işte çok para kazanabilmelerini temin edebilmek için değil mi? 

Asgari ücrete mahkûm edilmişlerle emekli ailelerinde o imkânlar da yok. Yeme içme, barınma, ısınma, sağlık, temizlik gibi temel ihtiyaçlarını karşılayamaz durumdalar. Çoğu ianeyle sürdürebiliyor yaşamını. Çocuklarını dershane ve etütlere göndermek, gazete-kitap okutmak, yeni yerler ve gerekli sosyal aktivitelerle buluşturmak suretiyle insanlarla aydınlık bir iletişim hâlinde olmalarını sağlamak, sinema ve tiyatroya gönderebilmek onlar için büyük bir lüks hâline getirilmiş değil mi?
Okuyamadıkça, izleyemedikçe, öğrenemedikçe, normal ihtiyaçlar lüks hâline getirildikçe nasıl hazırlanacaklar hayata?..
Tüm bunların ileride getireceği ödül; tepedekilerce küçümsenecek bir hayata mahkûm olup düşkünler sınıfında yer almak ya da yasa dışı bir hayat sürmek. 
*
İşte gerçek kriz; benim kısa süreli krizim değil, çözümü istenmediğinden kısır döngü hâline getirilen bu acı gerçektir.
Haksız mıyım?



İdil Tulun


İdil Tulun: KRİZ YAZILARI 2: KRİZ SÜRÜYOR


ÇİLEYE DEVAM
“Eko Krizim” yazısında olayların bitmediğini, sürüp gittiğini söylemiştim. Sıra geldi bu olayların nasıl çile hâlinde devam ettiğine…
Bu arada hatırlatayım: Olaydan sonra kredi kartıma ödeme yollamıştım. Dijitalciler yememiş içmemiş, saniyesinde çekmişti parayı.
Haklarıydı tabii…

Dönelim çilemize…
O gün bir arkadaşımla buluşacaktım.
Televizyon yayınını kapattırma kararı aldığımdan dekoderi yerinden söktüm, tıktım bir poşete. Hazırlandım, evden cıktım.
Hafif hafif yağmur yağıyordu. Yanımda çok kısıtlı bir para vardı, ancak gidiş geliş toplu taşıma, belki bir çay kahve içebilecek kadar… Her şey hesaplıydı. Annem teslim edeceğim bayinin yerini tarif etmiş, on beş dakika yürümeme rağmen olması gereken yerde görememiştim. Dalgın bir günümdeydim. Eminim, aklım başka bir yerdeyken geçip gitmiştim. Hemen önümde beliren bir dükkâna sordum:
- “Affedersiniz buralarda “Bıdıbıdı” bayisi olması lazımmış tam olarak nerede acaba?”
-“ İki yüz metre yürüyün, sağ tarafta göreceksiniz.”
Birkaç tane iki yüz metreyi yürüdükten sonra, yorgunluktan bitap düşmüş bir hâlde yeniden sordum. Bu sefer tarif eden yaya bir amcaydı;
-“ Sen şimdi yüz elli metre yürü, sağa kıvrıl, hemen orada.”
Nasıl biz göz varsa insanımızda… Metre hesabıyla cevap verirler her zaman.

Oflamaya başlamıştım, tek çizgilik şarjı kalan telefonum çantamın derinliklerinde acı acı çalmaya başlamıştı. Arkadaşım arıyordu muhtemelen. Bavul gibi çantanın içinde her zamanki gibi bir ben eksik olduğumdan, ona ulaşana kadar telefonumun kapanmaması için dua ediyordum. Kapanırsa kontörüm olmadığından arayamazdım. Diğer elimdeki dekoder torbasını yere koydum, alelacele çantamı eşelemeye başladım. Kulağımdaki müzik çaların kablosu atkıma dolanmış, çantamın sapıysa bunların çözülmesini engelleyecek şekilde hepsinin üstünden bastırıyordu. Evden çıkmadan topladığım saçlarım müzik çalar, atkı, çanta üçlemesine karışmış; aynı zamanda paltomun fermuarına sıkışmış, çözülemez bir düğüm hâline gelmiştim. Hepsi sanki bir bubi tuzağı kurmuş gibi eğleniyordu benimle… 
Ağlamak üzereydim. Arkadaşım aramaya devam ediyordu. 
Ne olur kapanmasın diye dua ederken güç bela telefona ulaştım.
-“Alo? ” dedim. 

Ses yok!
Telefona baktığımda batarya tamamen bitmiş, telefon kapanmıştı. Görüşeceğimiz yeri kararlaştırmamış, daha dekoderi bile teslim edememiştim. Ne yapacağımı bilmez hâldeydim. Bir yandan bayiyi ararken diğer yandan da yeniden paramı hesaplıyordum.
“Hımm! Bu gidiş param, bu dönüş param, bu çay param… 

Çay içmezsem ankesörlü telefon kartı alabilirim, evet evet kart almalıyım. Hem ben çay içmeye değil, arkadaşımla sohbet etmeye gidiyorum. Yeniden bir dükkâna girdim, yeri sordum.
- “Bacım, sen şimdik dümdüz yokuş yukarıya çık, ilerde” .
- “Çok mu ileride?” ,
- “Yok ama beş on dakika daha yürürsün” ,
- “Yani ileride!”,
- “Evet abla.” 

Teşekkür ederek çıktım. Bu arada yağmur iyice hızlanmıştı. Bir anda “çatt” diye bir sesle irkildim. Çantamın sapı çıkmış, doğa kanunları gereği o da yere çakılmıştı.
Off yine bir off!…
Sapı yerine geçirip etrafa baka baka yürümeye devam ederken, ankesörlü telefonu buldum. Buldum ama gücüm de son bulmuş gibiydi o an…
Telefonun öbür ucunda arkadaşımın sesini duyar duymaz, bezgin ve sinirleri gevşemiş bir şekilde konuşmaya başladım:
“Sen plan yap ben gelemeyeceğim.”
Sinirlerim laçka olmuş sesim anlaşılmaz boyutlara ulaşmış, ben bile kurduğum cümleyi anlayamaz duruma gelmiştim. Arkadaşım, dekoderi onlara bırakırsam yarın oradaki bir bayiye götürebileceğini söylemiş, biraz olsun beni sakinleştirmeyi başarmıştı.

KRİZ İÇİNDE GEÇİCİ BİR MUCİZE
Telefonu kapadıktan sonra üç adım daha atmıştım ki bir mucize oldu. Başımı kaldırdığımda bir ışık huzmesi yüzüme yansıyıp bana seslendi sanki. Bu bayinin tabelasının yansıttığı muhteşem ışıktı. Hemen koştum. Bir takım evrak işleri ve on beş dakikalık bir beklemeden sonra teslim ettim dekoderi… Sonunda başarmıştım…
Şimdi arkadaşımla rahatça buluşabilirdim.

Ana caddeye vardığımda bankamın da ATM sini görüp sevindim. Fazlasıyla yolladığımı tahmin ettiğim ödemeden kullanabileceğim bir şeyler kalmış olabilirdi. Belki faiz falan almışlardır, hesap bilgilerimi kontrol edeyim…

Geçtim ATM’nin başına, ittim kartımı, girdim numaraları. Kısa bir beklemeden sonra, “Üzgünüz geçici olarak hizmet veremiyoruz !“
Alt tarafı bakiyemi kontrol edecektim! Artık kendimi “Alaca Karanlık Kuşağı” dizisindeki bölüm oyuncularından biri gibi hissetmeye başlamıştım.
Sinirle dolmuşa atladım ve berbat bir trafik sonrası arkadaşa ulaştım.
.
SABIKALI ANKESÖRLER
Ertesi gün bozulan telefonumu tamire götürmek istedim ama garanti belgesini bulamadığımdan vazgeçtim. Eski bir okul arkadaşıma uğramam gerekiyordu. Evinde olup olmadığını öğrenmek için telefon etmeliydim.
Cadde başındaki ankesörlü telefonların durduğu yere gittim. İki ankesörlü telefondan birinin arasından bir seçim yaptım ve kartı soktum. Ama o da ne? Kart girdikçe makinenin içine doğru gidiyor ve garip bir şekilde bir daha çıkmayacakmışçasına bir izlenim veriyordu bana. Ahizeyi kaldırdığımda kartı sokmama rağmen hâlâ ekranda “Lütfen kartı itiniz“ yazıyordu. Zaten yeterince itilmiş olan kartı çıkarmaya çalıştığımda başarılı olamadım. İçeride sıkışmıştı. Çaresiz üzüntüler içinde diz çöktüm. Diz çöktüğümde telefon kulübesi içinde eski, yere atılmış başka bir kart olduğunu gördüm.
Belki onun yardımıyla içeride kalan kartımı çıkarabilirdim. Ancak başka bir kart o kadar ince bir yerden girer ve diğerinin çıkması için belki bir ihtimal, bir cımbız görevi görebilirdi.
Birkaç dakikalık denemeden sonra kartın bir daha oradan çıkmayacağını anlamıştım. Ayrıca daha yeni aldığım ve sadece bir ya da iki kontör harcadığım kart boşa gitmişti. Bir kez daha ankesörlü telefon kartı alamayacak kadar beş parasız, çaresiz hâldeydim. Bu ne ilk ne de son sabıkasıydı ankesörlü telefonların. Ya çok büyük bir problem için arayan biri olsaydım. Hırsından ankesörlü telefon yumruklayan klasik yurdum insani olmamak için zor tuttum kendimi…
.
Soğukta üşümek, parasızlıktan doğan çaresizlikler, kesilen yayınlar, bozulan cep telefonları, kart yutan ankesörlü telefonlar, çalışmayan ATM’ler, karanlık yollar, geç saatler… Her şey ters gidiyordu bu aralar…
Bitti mi derseniz “Tefrika devam edecek.” derim size…
Gelecek yazıda görüşebilmek dileğiyle… 





İdil Tulun






İdil Tulun: KRİZ YAZILARI 1: EKO KRİZİM


GERÇEK KRİZ HANGİSİ
Son zamanlarda baş gösteren ekonomik kriz Türkiye’yi tamamen vurdu mu bilmem ama bizim haneye fena çarptı. Oldukça vurdumduymaz bir kişiliğe sahip olsam da ben bile stres sahibi oldum bu buhranda. “Benim konum; sanat aşkı, kültür aşkıdır” derken, aman Tanrım!..
Gerçek aşk paraymış meğer… Temel ihtiyaçları bile karşılayamayacak hâle gelmişiz ki hane halkında bu durumu en son keşfeden yine ben oldum.

Mutlu mutlu yaşamaktayken, nasıl bir anda parasızlık girdabına sürüklendiğimi fark edişimin öyküsüne gelince…

Bir akşam, çok sevdiğim arkadaşımla gittiğim kafede; içmişiz çaylarımızı, yemişiz tatlılarımızı, istemişiz hesabı: O da ne? Cüzdan da nakit kalmamış! Olsun… İsterse ceplerim bomboş olsun. Çıkardım kredi kartımı, uzattım havalı havalı… Burnuma dayanan pos makinesine girdim şifreyi…
Otuz saniye geçmeden, tırrrt diye çıkan kâğıdı cırrt diye çeken garson:
-”Hanfendi, limit yetersiz diyor.” demez mi?
Eyvah! Ne oluyor? Etrafı bir sis bulutu kaplamaya başladı. Perspektifte de bir hata olmalı. Kocaman pos makineli dev bir garson bana bakıyor ve ben “Guliver’in Cüceler Ülkesi”ne ışınlanıvermişim. Küçüldükçe küçülüyorum. Yok yok, “Alice Harikalar Diyarında”yım, yanlış kurabiyeyi yedim sanırım.
İç sesim: “Tekrar denemek istiyorum. Joker hakkımı kullanabilir miyim? Hımm olmaz mı? Pas geçsek? O da mı olmuyor?” diye yalvarırken,
-”Peki, nakit ödeyeyim.” cümlesi dökülüverdi dudaklarımdan.
Sesim, cümlenin sonuna doğru iyice kısılmış, duyulmaz bir hâldeydi. “Nakit mi ödeyeyim, ben ne dedim, hangi parayla?”
Görüntü yeniden netleşmeye başlayıp sis bulutu dağıldığında, arkadaşımın hesabı çoktan ödemiş olduğunu fark ettim. Banaysa onun hakkını nasıl ödeyeceğimi düşünmek kalmıştı.
Sohbet o kadar tatlıydı ki saatin gece yarısını geçtiği gerçeği balyoz gibi indi masaya…
Taksiye binmezsem balkabağına dönüşürdüm mutlaka…
ATM önünde kısa bir konaklamadan sonra nakit avans umudu da suya düştü tabii…
Başa gelen çekilir! Çekildi de… 

Toplu taşıma araçları hangi gün için duruyordu ki?
Neyse sonunda vardım eve… 


ELEKTRONİK KRİZ
Bazı geceler odamda yattığım yerden bazı gecelerse salonda, üyesi olduğumuz dijital televizyon yayınının akvaryum görüntülü; 50’ler, 60’lar müzik kanalı eşliğinde kitap okurdum.
Bu da o gecelerden biri…
Aldım çayımı, açtım kitabımı; bastım kumandaya, buldum kanalımı…
O da ne? “Üyeliğiniz bu kanalı kapsamamaktadır.”
Nasıl olur? Daha dün gece kapsıyordu.
Aa, alt tarafı müzik kanalıydı.
Onu da mı bir üst üyelik paketine taşımışlar?
Ben de yerel bir kanal açarım. Allah Allah… “Üyeliğiniz bu kanalı kapsamamaktadır.”

Otuz saniyelik bir boş bakıştan sonra birden jeton düşüverdi.
Kredi kartım ne kadar zamandır yetersizdi ki üyesi olduğumuz dijital televizyon yayın sistemi parayı çekememiş, bir gece yarısı darbesiyle tüm yayını bizden alıp gitmişti.
Neyse yarın ilk iş telefon açıp nakit yatıracağımı söylerim.
Zaten otomatik ödeme tersti bana…

Sabah uyanır uyanmaz cep telefonumu açmaya yeltendim.
Bastım açma tuşuna, tık yok. Nasıl açılmaz, basamadım mı?
Bir daha bastım: Tepki de hayat belirtisi de yok.
Olamaz, telefonum açılmıyor! Daha dün gece sapasağlam olan telefon, bu sabah nasıl açılmıyor? Telefonu açmakla uğraşırken, bir yandan asabi bir şekilde aile fertlerine seslenmeye başladım:
–“Ben bu televizyon yayınının üyeliğini iptal ettiriyorum, neydi telefon numarası?”

Bir elim hâlâ telefonu açmaya çalışıyor, diğer yandan da ev telefonunun ahizesini kaldırmış anneme numarayı söylemesi için delileniyorum. Annem bana bir şey söylemek istercesine tam ağzını açmıştı ki numarayı hatırlayıp tuşladım hemen. Kulaklarıma inanamıyordum: “Dııııt… Sayın abonemiz, telefonunuz borcundan dolayı kesilmiştir…”
İmdat!

Annem fonda; evle ne kadar ilgisiz olduğum, telefonun ne zamandır kesik olduğu hakkında konuşurken, ben cep telefonuna sarılmıştım bile. Bu sefer de o su koyuverip “batarya zayıf” demez mi?
Muhtemelen ilk çalışta, açılma yerine kapanacaktı.

NELER OLUYOR BÖYLE?
Tırım tırım şarj aletini aramaya başladım. Yok yok yok! Bir türlü bulamıyorum.
Evdeki tüm telefonlar aynı marka olduğundan tek tip aletle şarj ediliyordu. Çok yardımsever bir aileyiz ya aynı cins olan şarj aletlerini “Siz de yok mu?” sorusunu soran herkese dağıtmış, bütün aile fertleri tek bir şarj aletiyle idare eder duruma gelmiştik. Sevgili kardeşim de kendisine ait şarj makinesini işe giderken yanında götürmüş; evde birbirinden zayıf bataryalı, şarj edilmeyi bekleyen bir sürü telefon bırakmıştı. Birkaç deneme sonunda ebeveynimin telefon bataryaları da sıfırı tüketip “çalışmam!” diye haykırdı..

Kredi kartım işlemez durumda, televizyon izleyebilmek için tek çarem olan dijital yayın kararmış, ev telefonu kesilmiş ve ben; biri bozuk, diğerlerinin bataryası boşalmış bir sürü telefonla baş başa kalmıştım. Şarj edebilsem ne olacaktı ki?
Cevabı geldi hemen: Kontörüm de bitmişti…

Kötü bir rüyada gibiydim.
Hani şu koşmak isteyip sürekli yerinizde saydığınız ya da bir ayakkabınızın tekini sokakta kaybettiğiniz o garip rüyalardan…
Sanmayın ki sözünü ettiğim o rüya burada kesildi de uyandım.
Ne gezer! Kötü rüya karabasana dönüp üstüme üstüme gelmeye devam etti bıkmadan. O devam eder de benim yazım etmez mi?
Tabii ki edecek…
Hem de pehlivan tefrikası gibi uzun uzun…

36 kısım tekmili birden yazmaya kalksam okurun da editörün de sabrı taşacak. O hâlde bu defalık burada kesmem gerek.
“Tekrar görüşmek üzere…” diyerek, selamlıyorum sizleri…
Mutlu kalın, esen kalın her zaman…





İdil Tulun


İdil Tulun: TÜKETİM DEDİM DE


Çabuk Tüketmeyeceksin“de anlatmaya çalıştığım tüketim çılgınlığını anlayabilmemin imkânı yok…  Bu bir hastalıkmış gibi geliyor bana… 
Mala, maddiyata böylesine düşkün olmayacak, ama bu kadar kolay da tüketmeyeceksin! 

Tüketim Ordusu Hücumda, Saldırıyor
Bana ait olan her şeyi, kolayca bir yana fırlatmayacak kadar önemserim. Aşırı bağlanmadan tabii…  
Kaybettiğim zaman mutlaka her insan gibi üzülürüm biraz. Ardından ağıt yakmamak gerektiğini de bilirim. İçimden, “İhtiyacı olan biri bulsun.” diye geçirirken bulduğum bile olur kendimi… 
Bu hareketin temelinde, “İhtiyaç dışı eşyanın, gereksiz yere saklanmayıp ihtiyacı olanlarla paylaşılması” fikri yatar, şüphesiz… 

Dönelim yine doğru tüketim hakkındaki kurallarıma… 
Eğer uzun dönem kullanırsan bir şeyi, diyelim ki bir paltoyu; yıllar sonra bir fotoğraf karesine baktığında hatırlarsın o dönemi… 
O palto üzerindeyken kullandığın kokuyu, o günlerin şarkılarını, sevdiklerini, varsa aşık olduğun insanı, o dönemdeki işini…
Fena mı? Günün dertlerinden uzaklaşabilmen için bir fırsat sana… 
Eğer üzen bugün değil de geçmişse o zaman da onları kıyaslar, gününe şükretmek için bir fırsat, bir bahane bulmuş olursun. 

Bir de geçen yazımda söz ettiğim o ayrı grup var. 
Koman Yiğitler, Koman Arslanlar
Acımasızca tüketenler… 
Bir dostun aldığı hediyeyi, kullanmadan bir başka dosta; bir sevgilinin hediyesiniyse bir başka sevgiliye verenler. 
Var var gerçekten, yakından tanık oldum. 
Bu da işin başka boyutu.
Kimine göre de saygısızlığın doruğu ki, bu fikre katılmamak mümkün değil. 

Hızlı Tüketim birçok değeri öldürüyor. Yüksek kazanç ya da  kolay elde edilen ikame mallar değil bunun nedeni… Küçüklükten bu yana; farkında olmadan belleğe kazınan gözlemlerden, bir o kadar da insanın içinden gelen bir şey bu. 


Tatminsiz, mutsuzdur hızlı tüketenler. 

Eskinin maymun iştahlılık kavramı isim değiştirdi, “çabuk tüketen” oldu artık. 
Dönemimin çocukları; piyano dersine başlar, bırakıp tenise geçer, onu da yüz üstü bırakıp resim dersine uzanırdı. 
Şimdikilerse yogayla başlayıp, reikikiden sıkılıp, plateste yorgun düşüp, salsa kurslarını da yarıda bırakıp bitiriyorlar seneyi. 
Bu trendilik bana kalırsa modaya uymak adına yapılan bir tüketim. 
Bir farkla, sonuna kadar sebat edilse o zaman derim ki; bir etkinlik, bir fayda… 

İki Ordu O Gün, Akşama Dek Savaştı
Bırakılınca da bahane hazır: Ya trafiktir ya mesai!..
Çabuk tüketirsen eşyayı, çabuk tüketirsen zevkleri; yaşam tarzına dönüşür, hayatına yansır doyumsuzluk. Bir hevesten diğerine geçersen aynı bir kazak gibi atarsın arkadaşlarını, aşklarını, ilişkilerini…

Gitmezsin aynı yerlere… Sıkılırsın aynı şarkılardan, aynı yüzlerden, harcarsın sevgileri, harcarsın hayatları, harcarsın anılarını…
Yıllar sonra geriye dönüp baktığında, hatırlamazsın doğru dürüst bir anı… 

Hızlı tüketmeyişlerime borçluyum hafızamı…
Şanslıyım!
Şanslı olduğunu bilmek de bir şans olduğuna göre; iki kere şanslıyım dostlar!  





İdil Tulun


İdil Tulun: ÇABUK TÜKETMEYECEKSİN



Ah ah! Vitrindeki Malları da Alacaktık ki!
Tüketim toplumuyuz ya, tüketiyoruz her şeyi çarçabuk… Kolay elde edip çabuk bıkıyoruz. 
İki ay giyip atıyoruz üzerimizdekini… 
Herkes son yıllarda, zor kazanır ama çok kolay harcar oldu.
Farkettim ki, bunu yapmayan çok az kişi kaldık.
Eski kafalıyım işte! 

Atamıyorum kolayca… 
Hâlâ ortaokul ya da lisedeki dolma kalemlerimi kullanıyorum.

Çay bardağım en aşağı on beş senelik. 
Dört beş yıl önceki bir elbiseyi hâlâ giyebiliyorum. 
Hâlâ saklarım demir “İş Bankası” kumbaramı…  


Uğur böceği küllükler vardı, hatırlar mısınız? Kırmızı, siyah benekli… 
Senelerce kullanılmıştı bizde… Ta ki taşınırken kaybolana dek. 
Geçende bir yerde görünce aklıma düşüverdi o yaşlarım.
Bir arkadaşımın hediye ettiği cüzdanı, modası geçmesine rağmen, yıllardır kullanıyorum. Babamın, kendi ifadesiyle milattan önce aldığı bir çanta, arada sırada da olsa hâlâ eşlik eder bana… 


Eskiden hiçbir şeyin zamanı böyle kolayca geçmezdi. 
Ayaklarım Boş, Biraz Daha Alsaydım
Şarkılar uzun zaman dinlenir, “Yılların şarkısı!” diye yer ederdi hafızalarda.
Şimdiyse “yaza damgasını vuran şarkı”…
Evet evet, böyle anılıyorlar artık. 
İki yaz önce dinlediğimiz şarkıyı hatırlamıyoruz bile. İki ay dinleyip sıkılıyoruz yenisi gelince…
Bense hâlâ, yenilerle birlikte eskilerin altın şarkılarıyla başlıyorum güne. Yenilerin modası geçtikçe onları da altınlaştırıyorum. 


Eskiden ayakkabı pençesi diye bir şey varmış. 
İnsanlar ayakkabılarının altı eskidiğinde yeni ayakkabı almaya koşmaz, alttaki köseleyi yeniletirlermiş. Tam pençesi, yarım pençesi olduğu gibi gizli pençesi de varmış.
Yaşıtlarıma sorsam şimdi, “O da nedir?” diye sorarlar hemen… 


Tüketim çağında, tüketim toplumunda yaşıyoruz. Büyük alışveriş merkezlerine girdiğimizde, mağaza içlerinde; boş boş bakan, “Neyi alsam?” diyen bir sürü yüz bulacağımızdan eminim. Bir ay önce aldığı t-shirtün yüzüne bir daha bakmamacasına, bir yenisini eklemek için uğraşıp dururlar gardroplarına… 
Aşkım, Diz Çöktüm Önünde

Zamane insanı gibi yapamıyorum.
Onların yaptığı gibi atamıyorum kolayca. 
Kullandığımız eşyayı, bu kadar hızlı tüketip silersek anılarımız için geriye ne bırakacağız ki?  
Hayatımıza giren objelere değer yüklemez, “Kolayca yenisini edinebilirim.” diye atarsak; gelecekte bir gün, 
“A! Benim yeşil halım mı vardı, böyle çantam mı vardı?” diye şaşmaz mıyız sonra?  

Belki de bu yüzden, eskilere anılar yüklüyor; anlamlılaştırıyorum kendimce…

Hafıza gereksiz bilgiyi siler ya beyinden, silmesin diye belki de…




İdil Tulun

İdil Tulun: NEREDE O ESKİ RADYO OYUNLARI



“Raskolnikov yeni giysilerini giydikten sonra masanın üstündeki paralara baktı. Bir an düşündükten sonra alıp cebine koydu onları. Hepsi 25 rubleydi. Usulca kaldırdı kapının çengelini, merdivenleri inmeye başladı. Bir dakika sonra sokaktaydı. Güneş batmak üzereydi. Eski alışkanlığıyla, dolaşmaya çıktığı zamanlar yaptığı gibi doğrudan saman pazarına yönelmişti.”

Geçenlerde radyo dinlerken; Boğaziçi Üniversitesi, Görme Engelliler Teknoloji Laboratuvarı (GETEM) ve Türk Telekom işbirliği ile hayata geçirilen sosyal sorumluluk projesinin tanıtımına rastladım. Görme engelli vatandaşlarımız için, yüzlerce romana ses vermişler. Türkiye’de ilk kez, sesli kütüphaneyi hayata geçirmişler.
Girişimin mükemmelliği karşısında susup kalıyor insan.

Eğer iyi bir radyo dinleyicisiyseniz mutlaka duymuşsunuzdur bu olayı. Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sından alıntıyla tanıtılıyor proje.
Tanıtımı dinlerken, aniden çocukluğuma gittim. Çocukken dinlediğim radyo oyunlarını çağrıştırmıştı bana. “Ne güzel dinlerdik, zevkle!” diye düşünürken, artık hakkında konuşan hiçbir kişiye rastlamadığımı fark ettim.

Ben 80’lerin çocuğu, 90’ların genci olarak, radyonun tahtını televizyona devrettiği dönemde büyüdüm. Bir nevi geçiş yıllarında… Öyle olmasına rağmen, çocukluğumdan kalan anılarımda, radyo dinlemenin en zevkli yanının “Radyo Oyunları” olduğunu hatırlıyorum.

Ben bahsettiğimde soruyorlar:
“Sahi, hâlâ var mı radyo oyunları?”
Var var da neredeyse yok denecek kadar az. 

TRT’nin gayretiyle sürüyor gibi. O da tek tük.
Soruyu soranlar hükmü de açıklıyorlar: 
“Yanılmayasın, ben hiç rastlamadım.”


İlk çıkış zamanı bilinmese de II. Dünya Savaşı’nda yaygınlaşmaya başlayan, ilginç bir öyküsü var “Radyo Tiyatrosu”nun.
Savaş yıllarında, sığınakların tepelerine bombalar yağarken, insanların dış dünyayla tek bağlantıları radyolarıymış. O dönem savaşın bitmesini bekleyenler için tasarlanmış radyo oyunları. Öyle başarılıymış ki; H.G. Wells’in, Marslıların Dünya’yı işgal etmesini işlediği “Dünyalar Savaşı” adlı eserini, radyo tiyatrosuna uyarlayan Orson Welles, o kadar gerçekçi bir oyun sunmuş ki, ilk dinlendiğinde Amerika Birleşik Devletlerinde bir panik etkisi yaratmış.
Halk oyunu gerçek sanmış.

Türkiye’deki ilk radyo tiyatrosu örneklerini 1950’lerde İstanbul Radyosu başlatmış. Böylelikle ülkemizde de çok sevilip altın çağını yaşamaya başlamış… Hatta daha sonraki yıllarda, ileride bir klasiğe dönüşecek olan “Arkası Yarın” kuşakları, dinleyicileri radyonun başına çekmiş.

Geçenlerde de yazmıştım.
Radyonun bir güzelliği var; dinleyicisini alıkoymaz yaptığı işten.
Meşgalesi ne olursa olsun üretimine sekte vurmaz.
İlgisini dağıtmaz, konsantrasyonunu bozmaz.

Radyo tiyatrosununsa insan üzerinde daha farklı bir etkisi vardır.  

Dinleyenini büyüler. Kişiyi; canlı, görsel bir tiyatro oyunundaymış gibi içine çeker. Ses efektlerinin yanı sıra, muhteşem betimlemeler yaparak, anlatılanları dinleyicinin tasavvur etmesini sağlar. Hayal gücünün gelişmesine ciddi anlamda yardımcı olur. Yaratıcılığını ve hatta zekâsını geliştirir.

Kolay iş değildir tiyatro oyunu yazmak, seslendirmeyle bir karaktere can vermek. Meşakkatli ancak keyifli bir konu… Konu da nesi, benim için dört dörtlük bir sanat dalı.
Keyifli yanının dışında; sunduğu bilgilerle, edebî katkısı yadsınacak gibi değil. Günümüzde yok olmaya yüz tutması büyük ve üzücü bir kayıptır bence…

TRT’nin elinde geçmişten günümüze dek yayınlanmış eski oyunlardan çok zengin bir arşiv var. “Arkası Yarın” geleneğini de hâlen sürdürmekte. Bu çaba gerçekten de takdire layık. Sözünü ettiğim arşivleri de yayına açsalar, o eski oyunlar tekrar yayınlansa radyo tiyatroculuğunun canlanması açısından yararlı olmaz mı?
Eski sanatçıların güçlü oyunlarını dinlesek, yeni kuşak tiyatrocular bunlardan yararlansa…
İnanıyorum ki, yalnız radyo tiyatroculuğunun değil, çocuklarımızın da yararına olur bu iş…

Radyo tiyatrosunu kitaba benzetirim.
İnsanın hayal edebilme yetenekleriyle oynar. Onu güçlendirir. Çağımızda, özellikle kentlerde yaşayan insanların buna ihtiyacı var. Görsel enstrümanların zorlayıcı yönlendirmesi sonucu hayallerimiz bile tekdüzeleşti. Hayatı şu ya da bu yönetmenin gözünden görüyor, bilmem hangi senaristin kalem izinde yaşıyoruz. Oysa özgürce hayal etmek, insanın önünde yeni ufuklar açar.
İnsanla da sınırlı kalmaz bu…
İnsanlığın desem iddialı mı olurum?






İdil Tulun


İdil Tulun: AKLIM KARIŞTI

Radyo mu?.. Televizyon mu?..
Kafalarımız, Twitter mi Facebook mu sorusuyla meşgulken, şimdi “Böyle de soru mu olur?” diyeceksiniz.
Olur. Bal gibi de olur. Neden mi? Anlatayım:
Geçen gün, Türkiye’nin Sesi’nde yayınlanacak bir dizi yazı için ekranın karşısına geçtim. Bilgisayarın açılmasını beklerken, kahvemi karıştırıyor, bir yandan da nasıl başlayacağımı düşünüyordum. Biliyorsunuz, yazıya başlarken önemli olan, o altın cümleyi bulmak. Bulduğunuz an, ortam da istediğiniz gibiyse gerisi kendiliğinden gelir. 

Ortam dedimse abartmayalım lütfen.
Tüm yaptığım, iş radyoyu açıp kulaklığı takmak.
Yine öyle yaptım.
Daha doğrusu yaptığımı sanmışım.
Yazının ilk cümlesiyle boğuştuğumu zannederken, kendimi televizyona bakar bulmam mı? 

Hayret ki ne hayret!
Kulaklık derken kumandayı kapmış, televizyonu açmışım.
Televizyona bakıyordum. Hem de hipnoz olmuş gibi.
Bir de saate bakmam mı bakıp da zamanın su gibi kaçtığını görmem mi!
Can sıkıntısı bir anda, Malthus’ün geometrik artışı gibi katlandı yüreğimde… 
Televizyon neme…
Söz vermiştim, bu yazı yetişecekti mutlaka… 

Büyük bir irade gücüyle döndüm yazıma ve bir de fark ettim ki hâlâ televizyondaydı gözüm.
Dizi de pek güzeldi hani, acaba bitene kadar izlesem de sonra yazsam. 
Yazarım canım. Ne olacak? Şunun şurasında yarım saat daha geçse!.. 

Hainlik bu ya, televizyondaki dizi gözünü benden ayırma diyen cinsten.
İstemeye istemeye izlemeye başlayıp, aman bitmesin diye devam ederken, karşıma bir de kaçırdığım bir dizinin tekrarı çıkmaz mı?
Çıktı tabii… 

Televizyonu kapatıp yazıma döndüğümde; saatler saatleri vurmuş, vurulanlara yazık olmuştu.
Yazıyı bitirdiğimde saatin kaç olduğunu ne siz sorun ne de ben söyleyeyim. 
Sabahın habercisi kuşlar şakımaya başlamışlardı bile.
Ya ben, gariban ben!
Erkenden kalkıp yeni günü tüketme savaşına katılmalıydım.
Bir büyüğümüzün dediği gibi “Netekim!” katıldım da… 

Ağrıyan başım, acıksam da yemekte zorlandığım sabah aşım derken kulaklarımı çekmem gerektiği konusunda ellerimle mutabık kaldım.
Hak etmiştim bunu…
Düşündüm ki; bir 80’ler çocuğu olarak televizyonla büyümüştüm. Televizyon bağımlısıydım, inkâr etmiyorum. Sokakta oynayan, elbiseleri yırtılan, top peşinde ayakkabıları parçalanan, yüzü toz toprak, dizleri yara bere içinde, annesinin camdan seslenmesinden saatler sonra gelen son neslin kırıntılarıydık.
Aynı zamanda ekrana yapışık büyüyecek olan ilk televizyon çocukları…
Belki de bu geçişin köprüsü olan nesildik. 

Ben televizyon izlemeyi seven ama bir iş yaparken radyo dinleyenler takımındanım.
Yazı yazarken de öyle…
Kendimi yazıma daha keyifli veriyor, hatta müziğin coşkusuna göre duygularımı yazıya aktarıyor, anlatacağımı daha iyi bile ifade edebiliyorum.
Evet, düşünürseniz televizyon seyrederken böyle bir imkânınız yok.
Olayı illa bir yazma eyleminin parçası olarak ele almamıza gerek yok.
Televizyon seyrederken sadece “seyrediyorsunuz”.
Televizyon seyretme eylemiyle eş zamanlı olarak ilgilendiğiniz diğer işlere yüzde yüz verim katamıyorsunuz. Televizyon karşısında ütü yaptığınızı düşünün. Ev hanımlarını örgü örerken izleyin. Ne dediğimi daha iyi anlatmış olurum.Televizyon izleyip mesaj yazarken de öyle…

Hâl buysa, o zaman televizyon karşısında şuursuzca geçirilen zaman insanın üretimine sekte vurmaz mı? Verimini düşürmez mi? O dizi bitsin, bu dizi bitsin, şu da bitsin.
O evlendi mi?
Bugün “O kiminle evlenecek?” derken üretmeden geçen zaman insan hayatı için israf değil mi?




İdil Tulun

İdil Tulun: LEYLA’NIN VOKSİSİ

Yakın arkadaşlarımdan Leyla’nın, bir zamanlar; emektar mı emektar, külüstür mü külüstür bir VosWos’u vardı. 70 küsur model falan… Muhtemelen!..
Hani şu kaplumbağa denenlerden…
Gerçi günümüze uygun bir arabası daha vardı ama VosWos’u da kullanırdı sıkça…Bir gün iş seyahatine çıkması gerekti. Öyle durumlarda birçokları gibi Havaş otoparkına kadar kendi aracıyla gelir, otosunu orada bırakır; seyahat dönüşünde de taksilerle kovalamaca oynayıp sinirlerini bozmadan kendi aracına binip evinin yolunu tutardı. O gün, bir haftalığına şehir dışına çıkarken, kanımca, diğer arabası otoparkta zarar görebilir diye Wolkswagen’iyle çıkmıştı yola… Kozyatağı’ndaki Havaş otoparkına bıraktı arabayı. Sonra da gönül rahatlığıyla gitti yoluna… 


O İstanbul dışındayken, tesadüfen Havaş otoparkının yanından geçtim.
Bir baktım otopark yok! Evet, evet koskoca otopark yok! Yerindeyse ilk katı tamamlanmak üzere olan bir inşaat var.
Hemen açtım telefonu: “Leyla! Otopark yerinde yok!”
Cevap: “Manyama!.. Yerini karıştırmışsındır her zamanki gibi.”
Evet yolları karıştırırdım hep, ama bu kez emindim.
Dedim: “Valla yok!”.
İnanmadı. 


Bir hafta sonra döndü bizimki…
Gecenin bir yarısı, yürekleri hoplatan telefonun sesi ve bir feryat: ”İdil! Otopark yerinde yok!”
Bu cümlenin patenti benimmiş de kaçak kullanan biri varmış gibi irkildim.
Dedim: “Dur, bekle, geliyorum!”Annemlere anlattım: “Böyleyken böyle, ben gidiyorum bi.”
Babam “bıdı bıdı” yaptı. Annem “ay may” dedi.
Neyse çıktım evden. Vardım otoparkın olması gereken yere. Biraz merhaba biraz da hoş geldin töreni ve hemen tıklattık güvenlik kulübesinin camını… İçeriden, ölmüş de üstüne sinekler konmuş yaşlarında bir güvenlikçi dede çıkmaz mı? Sorduk birlikte… 
Dedi ki, “Abla, otopark gitti. İnşaat başladı.” 
Onu biz bile görebiliyorduk tabii…
- İyi ama arabamız nerede?
- Göztepe E5′teki bilmem ne benzincisine çekildi tüm arabalar.
- Yalnız bizim arabanın altı yarıktı, ön sürücü koltuğu her an düşebilirdi, ya öyle olduysa? Güvenlikçi dede, “Ben bilmem” dedi hâliyle…Gerçekten de arabanın ön koltuğunun altı yarıktı boydan boya. Arabalardan çok anlamadığımdan burada tam olarak tarif edemiyorum ama içine oturup sürücü koltuğunun yanına doğru baktığında, arabanın altından akıp giden yolu görürdün hemen…
Fred Çakmaktaş’ın arabasındaymışsın da sanki ayakların her an fren yapmak için yere değecekmiş gibi… 

Neyse, gittik bulduk arabayı…Sağ taraf ve koltuğun arka kısmındaki yer tam “J” şeklinde yarılmış, kopmak üzere… Alttaki sac, sadece sol taraftan tutuyor. Giderken yolun göründüğü de malum. 
Daytona yarışlarında, pist kenarında durmak bundan daha güvenli.
Koltuk düşmesin diye, enine doğru koyduğumuz bir demirle aklımız sıra destek bile yaptık. 
Yaptık ama içim rahat değil…
Dedim: “Leyla, ben bu arabaya binmem. Sen sürerken koltuk kopar, yere yapışır, kaza yaparız.”
Dedi ki: “Sizin ev yakın. Bence bir şey olmaz.”
Sanki gidilecek yerin yakın oluşu kazaları önlermiş gibi…
Bir an bana da olmaz gibi geldi, cesaretlendim.
Galeyana gelip, daldım arabanın içine…
Çalıştırdı arabayı, koyulduk yola… 


Kullanırken yoğun bir dikkat sarf etmesine karşın, bana düşen görev de bayağı zorluydu. 
Koltuğun ağırlığını hafifletmek için, sağ yanından tutup yukarı doğru kaldırdım yol boyu… 
Kollarım koptu, ellerim uyuştu; sırtıma, belime ağrılar saplandı. 
Yine de pes etmemeye kararlıydım.
Hızlı gidip hemen eve varmaya çalışıyor; sonra korkuyla yavaşlıyorduk. 
Ya hızla giderken sac kopar da asfalta yapışırsak?..
Yakın denen yolsa uzadıkça uzuyordu. 

Çok şükür! Sonunda vardık kazasız belasız… 

Araba bir hafta kadar evin otoparkında yattı.
Bir sabah, Leyla’nın babası geldi; alıp götürdü Voksi’yi…

Aklıma geldi gece gece nedense…
Aklıma gelince de yazasım geldi.
Güzel günlerdi.
Günler mi güzeldi yoksa akılsız davranışların selametle bitmesi mi?
Ne bileyim, güzeldi işte… 



İdil Tulun